Emirdağ-I 355: Süleyman ve Sabri'nin bir mektubu

Lâhika'ya..

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

“Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.”

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

“Hiçbir şey yoktur ki O'nu hamd ile tesbih etmesin” (İsrâ Sûresi, 17:44)

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَائِنَاتِ وَمُرَكَّبَاتِهَا

"Kâinatın zerratı ve mürekkebatı adedince Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun.”

Üstad-ı âlişanım, Efendim Hazretleri!

Hem daavât-ı mübarekelerini niyaz, hem teveccühat-ı fâzılanelerinin bekasını hâsseten istirham eylerim. Kardeşim Süleyman Efendi ile birlikte, esas menbau'n- nur olan Barla, Nur fabrikası faal ve cevval Tahirler merkezi, Mübarekler harmanı Medreset-üz Zehra, Sâflar Köyü, Gül fabrikası gayyur fedakâr erkân ve efradı kâffesine bera-yı tebliğ memur olduğumuz selam ve duayı bihamdihî velminne îfaya muvaffak olduk. O seyahatta gördüğüm, görüştüğüm zevât-ı muhlise ve eşhâs-ı mübareke aralarında pek âciz ve çok kusurlu kendimi gördüm. Ruhen müteellim, vicdanen muazzeb oldum. Sonra gönlüme medar-ı teselli aşağıdaki cümleler hutur etti. Dedim: “Madem o erkân-ı mümtâzeye az çok mensubiyetim ve alâkam ve muhabbetim var. Ve

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.”

beşaret-i Nebeviyesi sırrıyla şirket-i maneviye cihetinden inşallah müstefid olurum, mahrum kalmam” düşünceleri en büyük bâis-i teselli ve sebeb-i sürurum oldu. Şu umûr-u hayriye ve hizmet-i kudsiyeye sair kardeşlerim derecesinde eda-yı hizmet edemediğimden çok mahcup ve me’yusum.

Ezcümle, Nur fabrikasının her türlü taarruz ve tecavüzlere göğüs gererek cansiperane lâyık-ı takdir ve tebrik mesaî-i azimkâranesi mûcib-i şükür ve sezâvâr-ı şükrandır.

جَزَاهُمُ اللّٰهُ تَعَالٰى مَعَ اَمْثَالِهِمْ خَيْرًا كَثِيرًا وَاَعْطَاهُمْ فِى الْفِرْدَوْسِ مُلْكًا كَبِيرًا آمِينَ بِحُرْمَةِ فَخْرِ الْمُرْسَلِينَ

“Allah Teala emsalleriyle beraber onları birçok hayırla mükâfatlandırsın ve firdevs cennetinde onlara büyük bir mülk versin. Peygamberlerin kendisiyle öğündüğü zâtın hürmetine..”

duasına devam ediyorum. Sâlifüzzikir ihvanıma gıbtakârane avdet ederken me’yus kalbime hitaben dedim: Umum ümmetin her an

اَلْأَمَان اَلْأَمَان مِنْ فِتْنَةِ آخِرِ الزَّمَانِ

"Âhirzaman fitnesinden bize emân, güven ver"

diye diye istiaze ve istiane edegeldikleri zaman, bu zaman değil mi? Madem o ihâfeli devre düşmüşüz, zararlı ve hatarlı işlerin neresinden ihtiraz ile ictinab müyesser olsa, küllî hayır ve a’zamî kârdır. Şu müziç devirde zulümat bulutları her tarafı sarmış, hak ve hakikat perde-i kesafette kalmış. Ehl-i hak pek muztar bir halde bunalmış. Mâlik-ül Mülk de icraatını sa’y ü amel kanunları uhde ve tatbikine salmış. Rahmeten lil-âlemîn olan Habib-i Zîşan’ını bile aynı kayıd ve kanuna tâbi kılmış. Kâffe-i enbiya ve evliya ve asfiya ve suleha terfi-i derecata böyle yol bulmuş. Gaye-i kemal ve nokta-i hedeflerine öyle vâsıl olmuşlar. Tarîk-i hakikat ve menzil-i hidayete bundan başka yol yokmuş.

Evet فَلَهُ اَجْرُ مِائَةِ شَهِيدٍ “Ona yüz şehid sevabı vardır” cümle-i mübeşşiresiyle şerefvâr ve beşaret-i Nebeviyenin (a.s.m.) pek mühim ve hayattarane beyanat-ı ezeliyelerinin tam sırrı zahir olmuş. Şu hakikatın ehemmiyeti ise, bu bâbda mev’ud olan pek büyük fiyat ve kıymetle bilinmiş. Şu sadeddeki cümlelerden hisse alarak kendime karşı dedim: “Sen eğer sair bahtıkaralar gibi Risale-i Nur’un ders-i ikaz ve irşadından mahrum kalsaydın, acaba kendi kusur ve aybını nasıl görecektin? Acaba hangi zakkumu tiryak diye yutmayacaktın? Acaba hangi bid’ata rağbetle koşmayacaktın? Acaba hangi kirli ellere yapışmayacaktın? Acaba hangi kömür ruhlulara boyun eğmeyecektin? Acaba hangi zalime muîn ve yâr olmayacaktın? Ve hâkeza…

Şimdi nihayetsiz şükret ki, mahluka kul ve esir değil, Hâlıka âbid ve muti' ve muhatab oldun. Bid’ata temayül değil, sünnete mütemessik oluyorsun. Hataba hâdim ve mâil değil, kutba karîn ve mazhar-ı vuslat oldun. Dinarı din bilenlere değil, Kuran’dan ders alanlara kardeş oldun. Küfran ve tuğyana yüz tutanlara değil, Rahman’a secde yapanlara; harama can atıp koşanlara değil, şerden kaçıp hayır ve hakka koşanlara karîn ve refik oldun” diye Rabbime sadhezâr hamd ve şükür ettim.

Hem tefekkürde kalb-i kemterâneme hadsiz sürur ve ibtihaclar bahşeden ve biri binler değerinde bulunan kardeşlerimi hayalen tahattur ettiğim zaman, onları sanki İstanbul gibi her şehir karşıdan bakılınca yek nazarda minareler ve alemleri görünmesi gibi, şu zamanda Anadolu içinde ehl-i hak ve kulûb-ü selîme ashabı başkalardan alâ kadr-il imkân ictinab ve imtiyaz ile manen teâlîye sa’y ile nazar-ı hakikatta şâhika-i cibale-i müşabih bir vaziyet ve li-hikmetin İsa Aleyhisselâm’ın semaya urûcunu temsil eder bir halde "bizler zahir ve aşikâr bir hakikat üzerinde beyaza kara, müsbete menfî, gaddara âdil, çirkine güzel, harama helâl ve hâkeza.. namı veremeyiz" dediklerini, müstakimane ve hakşinas hal ve vaziyetleriyle isbat ediyorlar. Lillahilhamd bu Nurcu ve nuranî bî-had zâtlar, şu asırda sefine-i Nuh’u (a.s.) andıran Anadolu kıtamızda âleme nur ve ziya ve manevi hayata davetçi münadiler hükmünde bulunuyorlar. Ne mutlu ki, o âlicenap kafileye iştirakle li-rızaillah yâr ve karîn olup Hazret-i Kuran’ın âb-ı hayatını nûş edenlere! Hem ne büyük saadet ve bahtiyarlık ki, hak ve hakikate adavet değil, belki muhabbetle sahabet ve barışanlara! deyip gayr-ı ihtiyarî kalem-i hakirânemden gelen şu pürhata tahatturatımı mazhar-ı kabul ve af buyurulur ümidiyle arzediyorum.

Barla’da evvelce çalışan kalemlere İmam Hakkı Efendi’nin iştirak ettiğini ve Şemî Ağa’nın da başlamaya söz verdiğini arzediyorum. Nezd-i kerîmanelerinde bulunan ve isimlerini yazmaya müsaade olmayan muhlisler ve munisler, şenler ve şevkliler ve sıddıkların kâffesine nihayetsiz selam ve ihtiram ederken tekrar sevgili, aziz Üstadımın mübarek el ve eteklerinizi ve çok sevgili Ceylan’ın da gözlerini öperiz. Hanelerimiz efradı keza dest-i şeriflerini öper, duanızı isterler.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

“Bâkî olan sadece O’dur”

Hadsiz kusurlarıyla âlî huzurlara çıkmak isteyen âciz

Süleyman, Sabri

Bazı kardeşlerin hatırına gelen bir mesele, imkan varsa halli mercûdur.

اِنَّا نَحْنُ نُحْيِي الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَآثَارَهُمْ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِي اِمَامٍ مُبِين

“Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) bir bir kaydetmişizdir.” (Yâsîn Sûresi, 36:12)

اِنَّ الدِّينَ بَدَأَ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا فَطُوبٰى لِلْغُرَبَاءِ الَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا اَفْسَدَهُ النَّاسُ

"Din, şüphesiz garib olarak başladı ve garib olarak dönecektir. Ne mutlu o gariblere ki, insanların bozduklarını ıslah ederler."

Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerinin hesab-ı cifir ve ebcedî ile bu zamana münasebeti var mı?

Sabri

Emirdağ Lahikası, Hayrat Neşriyat, c.3, s.8